31 Mart 2011 Perşembe

VALPARAISO



VALPARAISO 
3. gün  23 şubat 2011 


Bu limanı büyük kızımın İzmir limanından gönderdiği konteynerler nedeniyle ismen duymuştum. Keşke benimle olsaydı diye geçirdim sık sık içimden. Konteynerlerle dolu limanından ona göstermek üzere birçok resim çekmekle yetindim.

 

Koloni dönemine ait yapıların bulunduğu eski kent bölümü
                                                                                             Valparaiso çok geniş bir körfezde gelişmiş bir kent. İnsanı yakalayan, cezbeden bir yanı var. Dağları renk renk boyalı gecekondularla dolu. Kentin koloni zamanında yapılmış binalarının olduğu eski bölümü Unesco tarafından dünya korumasına alınmış. Restorasyon çalışmaları göze çarpıyor.  

Yenileme çalışmalarında bir eskiyi koruma yöntemi
 






Yenilendikçe güzelleşiyor. Ancak şu hali yani eskimiş – yıpranmış hali dokunaklı ve çekici. Küçük bir tepe ile liman arasında işleyen füniküler de ilgi çeken yerlerden. Graffitiler  ve renkli toplu taşım araçları çok çarpıcı, göz alıcı ve buraya yakışmış. Birkaç gün kalınacak, dolu dolu yaşamak istenecek bir yer.
 Oysa biz fünikülerle tepeden aşağı indiğimizde ve bizi orada bekleyen tur otobüsüne  bindiğimizde  gün bitmiş, sıra cruise gemimize binmeye gelmişti bile!


Füniküler
 



Gecekondular

Graffiti


Füniküler ile çıkılan tepeden liman ve Star Princess cruise gemisi

Valparaiso'nun renkli otobüsleri

Gemiden Füniküler ve limen bölgesindeki eski evler


Gemimiz Valparaiso'dan sessizce ayrılıyor

VINA DEL MAR

3. GÜN   23 Şubat 2011

VINA DEL MAR


Sabah dinlenmiş olarak yeniden otobüsümüze bindik ve önce Vina Del Mar sonra Valparaiso’ya gitmek üzere  yola çıktık. Yolda okyanusun dağlar arasından süzülen sis nemi ve yağışı ile verimli bağlar arasından geçtik. Birkaç lama gördük. Şili şarap üretiminde dünyanın 8. olmuş. Bağlar içinde donmayı önlemek için pervanelerden yararlandıklarını gördük. Büyük bağların şarap üretim ve pazarlama evleri de vardı.

Moai ile

Vina del Mar’daki Fonck Müzesi yerel halkla ilgili çok ilginç  eserler barındırıyor. Müze önündeki Moai  orijinal bir heykel. Burada göreceğimi bilmediğimden sürpriz oldu. Şili’den 3400 km kadar uzaktaki Paskalya adasından getirilen volkanik taştan yapılmış bu heykeli önünde yerli giysileri ile dans eden kızlar eşliğinde görmek olağanüstü ! Küçük kızım için de izliyor, müzeden fotoğraflar çekiyorum bol bol. Müzenin rehberi bir maket üzerinde bu heykeller ile ilgili ayrıntılı bilgiler veriyor.




Vina Del Mar okyanus kıyısında yazlık bir yer. Eskiden yeğlenen bahçeli mütevazi yazlık evlerin bazıları korunmuşsa da, genelde okyanus manzaralı, cam balkonlu gökdelenlere teslim olmuş.



 Plajı o gün ıssızdı, deniz suyu ortalama 15-16 derece olurmuş. Önceleri koyu renkli büyük bir kayalık iken sonradan kuş pislikleri nedeniyle rengi açılmış  Michael Jackson denilen kayalıklarda kıyıdan minnacık görülen deniz aslanları vardı.
Michael Jackson adası



Vina Del Mar plajı (Pasifik Okyanusu)

Vina del Mar’ı özel kılan bir diğer özellik, İsviçre’de benzeri bulunan çiçeklerden yapılmış bir saat.

Vina del Mar'daki çiçek saat


SANTIAGO - ŞİLİ

2. GÜN   22 Şubat 2011


Eski Pinochet Sarayı
SANTIAGO

Şili Santiago ile ilgili ilk anım havaalanı ile ilgili. Uçakta gümrük için bir form dolduruluyor. Sorulardan birinde anınızda yiyecek bulundurup bulundurmadığınız soruluyor, varsa EVET hanesine X işareti koyuyorsunuz. kesinlikle bildirmeniz gerekiyor. Biz de X işareti koyduk.
Gümrükte bana gıdayı göstermemi söylediler, çantamdaki gofret ve çubuk krakeri gösterdim. ‘Geçin’ dediler. Arkadaşıma da göstermesini söylediler. Zavallı arkadaşım günde 5 badem hesabıyla getirdiği badem kutusunu, valizleri ve çantaları koklayan eğitimli köpekler arasında, başkalarının gözü önünde ve stres altında olduğundan, alt-üst ettiği valizinde bir türlü bulamadı. Ne aradıklarını bilen deneyimli gümrük görevlisi bayan ise şıp diye buldu. Badem kutusunu aldı çöpe attı. Yeniden form doldurduktan sonra ülkelerine girmemize izin verildi. Derin bir nefes aldık.
Genç, dinamik rehberimiz ve  bu tura katılan diğer 18 kişi ile beraber otobüsümüze bindik ve böylece Güney Amerika gezimiz başladı. Önce Santiago kenti turu yapıldı ve yorgunluktan bitap şekilde otelimize vardık.

Birkaç  fotoğraf molası ile yapılan şehir turlarını hiç sevmem, çünkü kent insanları ile direkt temas kuramadan, sağda şu var solda şu var derler, sen fotoğraf makineni hazırlayana kadar geçiverirsin. Fakat bu turda böyle olmak zorunda. Karada kalınan zaman çok kısa, en iyi organize bir şekilde hızla görmek!

Santiago deyince aklımda kalanlar :

1973 yılında askeri darbe yapan Pinochet tarafından bombalanan ve Salvador Allende’nin içinde öldürüldüğü  Palacio de La Monedo’dayı görmek beni gençliğime götürdü. Rahmetli Bülent Ecevit onu çok severdi, çünkü  Şili Güney Amerika’nın diğer ülkelerine örnek olma yolunda ilerliyordu. Türkiye’de taa buralardaki bir darbe için acı çekmiş, Allende’ye üzülmüştük. Binlerce insanın kanına giren Pinochet ise bu sarayı onarıp ülkeyi 1988 e dek insan haklarını ihlal ede ede yönetmişti.
İkinci duygusal anı ise, elin Şili’sinde Atatürk  için düzenlenmiş bir meydanda kabartmalı, Türkçe yazılı bir anıtı görünce yaşadık. Dost ülkede olduğumuzu hissettik, küçük Türk grubumuz gururlandı.

Aklımda kalan diğer görüntüler, gecekondular (teneke-evler), grafitiler, öğle tatilini kent parklarındaki ağaçların gölgelerinde dinlenerek geçirenler, Şili arokaryası denen çam ağaçları, yenilenen caddeler, meydanlar, oluşturulan bulvarlar, sayıları hızla artan cam gökdelenler, balkonları tropikal bitkilerle yeşertilmiş süper lüks beton yüksek apartmanlar, dünyaca bilinen markaların göze çarptığı alışveriş mağazaları. Meydanlar yine bildik görüntüler içeriyor, hediyelik eşya satıcıları, canlı heykeller, cansız heykeller, cafeler, turist grupları gibi.

Rehberin anlattığına göre And dağları okyanus havasının içeri girmesini engellediği için kışın çok hava kirliliği oluyormuş, yazın da nemli sıcak bir hava hakimmiş. Biz genelde klimalı otobüste olduğumuzdan bu bilgiye bir şey ekleyemeyeceğim.

Santiago'da bir meydan

 Her büyük kentte olduğu gibi,otobüsten indiğimiz yerlerde kapkaca dikkat etmemiz konusunda uyarıldık. Çantalarımıza yapıştık, kameralarımızı göz önünden ayırmadık, ancak hiç akla gelmeyen başka bir olay yaşadık. Grubumuzdaki bir bey, lüks bir semtte gidilen  lokantada çantasını sandalyesinin yanına bırakmıştı. Ayrılırken o çantanın kötü bir benzeri ile değiştirildiğini anladı. Neyse ki çantada yedek gömlek ve kazak gibi kişisel şeyler varmış, canı pek yanmadı. Ucuz çanta lokanta sahibine verildi. (Kim bilir belki de yeni gelecek bir turist grubunda yeniden ortaya çıkacak )

Canlı heykel

Canlı heykel



Bitince Güney Amerika'nın en yüksek binası olacakmış

Dikkatimi çeken dünya kentlerindeki yapı hırsı : en yüksek, en büyük, en geniş, en pahalı gibi.

Bir de tüm kentler giderek daha çok birbirine benziyor. Cam yüzeyli yapılar, kapalı alışveriş merkezleri, aynı marka cafeler, restaurantlar gibi.

Kültür farklılığı kalkıyor, onu bulmak için meraklısının kırsala gitmesi gerekecek.




Yolculuk yorgunluğunun üstüne 5 saatlik saat farkı da binmişti. Bari uyku saatlerini bir an önce düzene koyalım  diye uyumaya direnerek,gece yemekli  ‘Şili Folklor’ gecesine gittik. Şili demek ‘et’ demek. Hayvancılık çok ileriymiş ve etleri gerçekten güzel. Şarapları da giderek ünleniyormuş. 70 milletin bir araya geldiği büyükçe bir turistik mekandaki loş ortam, Amerikalıların başı çektiği bir şamata yeri gibiydi. 4 kişilik Türk grubumuzla mütevazi, fakat rehberimizin forsu sayesinde itibarlı bir gece geçirdik. Şili folkloru Güney Amerika’da İnkalar’ın yurdunda olduğumuzu hissettirdi ve bize fikren altyapı oluşturdu.


 

YOLCULUK BAŞLIYOR

1. GÜN   21 Şubat 2011

Yaşamımın en uzun tatili de diyebileceğim,Güney Amerika serüvenim için arkadaşımla İstanbul Atatürk Havalimanında buluştuk.  Maximum Lounge’un sunduğu güzel ortamda, bir yandan sunulan yiyecek ve içeceklerden tüketirken bir yandan da gezimiz ile ilgili bilgileri gözden geçirdik.



Ve Iberia Havayolları ile Madrid aktarmalı olarak Şili-Santiago’ya gidecek uçağımızla Türkiye’den ayrıldık. Evden çıkış saati ile söylersem Santiago’ya 24 saate varan bir yolculukla gelinebiliyor. Oturuş pozisyonunda uyuyamayan biri olarak, bu bölüm gezinin en zor aşamasıydı.

Pencere kenarında oturmama karşın, gece olduğu için dışarısını göremiyordum. Uzun saatler sonra, nasılsa dışarı bakmayı denediğimde, uçağımızın alacakaranlıkta  aşağıda Güney Amerika kıtası üzerine geldiğini gördüm. Okyanus geçilmiş,  karaya henüz ulaşılmıştı. Çok geniş nehir kolları birleşerek denize dökülüyordu. Amozon nehri üzerinde olduğumuzu sanıyorum. Gel de heyecanlanma! Stresli günlerimde dinlediğim Amozon ormanında kaydedilmiş kasetim geldi aklıma…Kulaklarımda orman ve yağmur seslerini duyar gibi oldum.
Elimde olsa, Amazon ormanlarında bir yerli rehberliğinde, sandal ile köyden köye gitmek, orman atmosferini yaşamak isterdim.
Hava giderek aydınlanıyordu, ancak bu kez kara ile aramıza bulutlar giriverdi. Tropikal bölge olduğu için, sis ve bulut eksik olamazdı zaten.

Şili’nin başkenti Santiago’ya yaklaşmaktaydık. Hosteslerin neredeyse atar gibi servisleriyle verdikleri kötü sandviçlerle kahvaltı yaparak (!) toparlanmaya çalıştık.
Arada açılan bulutlardan aşağıda okyanusa paralel uzanan çıplak dağ sıraları seçiliyordu. Pembe renkli bu dağ sıraları bir süre sonra yerini zirveleri karlı And dağları’nın muhteşem görüntüsüne bıraktı.




Şili (Chille) Aymara dilinde ‘dünyanın bitimi’ demekmiş. İnkalar ise And dağlarına ‘Tchili’, yani ‘kar’ derlermiş.
Şili, 4300 km sahili olan okyanus ile And dağları arasına sıkışmış ince-uzun, pek çok ada ve girintili koylara sahip ilginç bir ülke.